© BRT

Alâettin Bahçekapılı yazdı: Turan Dursun'a yeni ev bulabilseydim...?

Bugün 4 Eylül 2025. Turan Dursun tam 345yıl önce katledildi. Aşağıdaki yazı gazeteciliğinin 50. yılı nedeniyle Korkut Akın'ın yaptığı nehir söyleşinin yer aldığı 3 ciltlik (4. cildi Firdes Eren hazırladı) YİTİK UMUTLARIN GECE BEKÇİSİ ALÂETTİN BAHÇEKAPILI kitap setinin 1. cildinden alınmıştır.

 

Kenarına iliştiği koltukta, rahat


olmadığını farkettiğimde, birkaç
dakika olmuştu Kazasker’deki
evimizde yemek masasından
kalktığımız… “Nasıl rahat edeceksen
öyle otur arkadaşım” sözümü
ikiletmedi, koltuktan kaydı,
halının üzerine indi; ayaklarını
“kusura bakma Tülay Yenge,
böyle daha rahat oluyorum” diyerek
cam sehpanın altına uzattı.
Sırtı koltuğa dayalı, terlik istemediği
için kareli motifleri olan çorapları
görülen ayakları sehpanın
altında, bir yandan Tülay’ın yetiştirdiği
çayını yudumluyor, bir yandan
da –her konuğun bir eve girdiğinde yaptığı gibi- salonu, mekânı inceliyor:
“Ne ferah bir yerdesiniz! Belli oluyor Alâettin’in gayretinin semeresini verdiği…
Tülay Yenge, siz de pek maharetli, becerikli, zevk sahibi biri imişsiniz, belli
oluyor… Yemekler çok lezizdi; son zamanlarda yediğim en güzel ev yemekleri…
Eline sağlık.” “Acaba diyorum, işsiz kalsam, Tülay’ın açacağı ev yemekleri
yapan bir lokanta karnımızı doyurmaya yeter mi?” diye latife ediyorum: “Bana
sorarsan marka da olursunuz, zinciri de oluşturursunuz. Gerçi yemek seçtiğim
olmaz, ama hanım Ankara’da ben burada olunca, yemeklerimi kendim yapıyorum,
bilirim iyisini, lezzetlisini yani…”
Evimizdeki konuğumuz Turan Dursun. Bir sevecen, bir bilgin, içindeki aydınlık
yüzüne vurmuş bir bilge… Dostundan sevgisini, saygısını, emeğini esirgemeyen,
konu açıldığında bilgisini sebil eden bir derya… Bir zamandır TRT
yönetimince İstanbul’da görevlendirilmiş… Radyoevi’ne geliyor; ancak bir şey
yaptırıldığı söylenemez; boş oturmayı yakıştıramıyor kendine… Bir gün benim
daktilo ile boğuştuğumu görünce, dayanamıyor; “Ya Alâettin, konularından birini
söyle bana…” Ben de “Atatürk ve barış” diyorum kısaca, başımı yazmakta
olduğum metinden kaldırmadan… On dakika geçmiyor, bir kâğıt giriyor daktilo
ile gözlerimin arasına. Başımı kaldırıyorum; “Al bakalım, beğenecek misin?” Bir
sayfalık metni soluksuz okuyorum; sanki ben yazmışım(!) gibi. Sözcüğüne dokunulabilecek
gibi değil… Böyle biri Turan Dursun. Eskilerin deyimiyle “malumatfuruş.”
Bilgisi derin, kalemi güçlü…
O sıralar başlıca derdimiz, “bir mağaraya çekilip orada yaşamak, kitaplarımı
yazmak istiyorum” arzusunun geçerliliği ve gerçekle ne denli örtüştüğü…
Bunu tartışıyoruz… Büyük bölümünü yazdığı Kur’an Ansiklopedisi’nin basılma
olanağı nasıl bulunur konusu geliyor ardından, gündeme… Eski bir meslektaş
olan, o sıralarda reklamcılık yapan bir ortak arkadaşa gönderiyorum;
sevinçle geliyor: “İyi gelişmeler var, Ersin ‘geçimini sağlayacak olanakları bulurum,
baskı işini de araştırırım’ diyor.” “İyi işte. Ansiklopedi’yi iyi korumak gerek.”
“Yalnız benim bildiğim bir yerde… Bilmeyince bulunacak gibi değil.”
Daha o dönem, Kulleteyn yazılmış, basılmış değil. Zaten bu kitabın basıldığını
Turan Dursun görmemiş: Kulleteyn’i anlattı bana, çok önceden; nasıl bir
çocukluk geçirdiğini, babasının “Basra ve Kuffe’de olmayacak ölçüde ‘âlim’
olacaksın” diye kurduğu hayali, ailenin Sıvas’tan Ağrı’ya “topraklarına sahip
çıkma” adına göçünü, ailenin bildikleri topraklara “ağalar tarafından” el konulduğunu
görmeleri üzerine ortada kalan aileyi geçindirmek için babasının “biraz
bildiği dini konularla” çevre köylerde imamlık yapmasını, aile Muş’a göç edince
kendisini, Ağrı’nın Tutak ilçesine bağlı Kargalık Köyü’nde Şeyh Ramazan diye
birine teslim etmelerini... Bunları hep anlattı... Şeyh Ramazan’dan Molla Nadir
Efendi’den öğrendiklerini, Arapça okuma, Kürtçe konuşma nedeniyle az bildiği
Türkçe’yi de unutuşunu... Camide yatıp kalkışını, köylüden toplanan her türlü
yiyeceğin, tatlının ekşinin, etlinin sütlünün bir kazana dökülüp karıştırıldığını,
bunu tası olanın tasına, olmayanın ekmeğinin üstüne koyup yediklerini... yani
çocukluğunun gerçek öykülerini... Anlattı, anlattı... Kulleteyn basıldığında öğrendi
herkes: “Yaklaşık olarak 13 tonluk suya verilen addır Kulleteyn ve şer’i
kurallara göre ne olursa olsun temiz sayılır bu su birikintisi. Turan Dursun çocukluk
(11 yaşına kadar olan) dönemini anlatır romanında. Yazar kitapta hocalardan
ve şeyhlerden din eğitimi alan Türko’yu, yani kendisini anlatır. Biz kitapta
sadece Türko’yu bulmayız. O coğrafyadaki cehaleti ve bu cehaletin kadın
erkek ilişkilerine yansımasını da buluruz.”
“Ben” diyordu, “orada okuyan Kürt öğrenciler ‘Sarf’ ve ‘Nahv’ ile yani bir
Arapça gramerle 15 yıl uğraştırılırken, babamın belirlediği, kafama aşıladığı
hedef nedeniyle hocalarımızın ‘on iki ilim’ dedikleri ilimlerin tümünü bir iki yıl
içerisinde bitiriverdim. Son ders kitapları olan “Cem-ül Cevam”ı okudum, bitirdim;
öğrenecek bir şeyim kalmamıştı... Ben madem ki Türk’tüm, öyleyse,
Türk’lerde geçerli olan Hanefi mezhebinin usulüne göre okumalıyım, dedim. O
nedenle çıktım, Kayseri, Adana, Sıvas’ta bulabildiğim hocaların yanına gittim
okumaya... O usulle de yani Hanefi usulünce de ‘mücaz’ oldum. Yani icazet
aldım. Gittim, müftülük, vaizlik sınavlarına girdim; daha askerliğini yapmamış
bir gencim. Dediler ki, “çok iyi biliyorsun; ama daha çocuksun; biz çocuğu müftü,
vaiz yapmayız. Sen şimdi askerliğini yap, gel, ondan sonra...” “Gittim askerliğimi
yaptım (1955-57). Askerde Türkçe okuma-yazmayı öğrendim. Geldim
İstanbul’daki Mahmut Paşa İlkokulu’nda sınava girdim, diploma aldım. Bu arada
Çarşamba’daki Üçbaş ve İsmailağa medreselerinde birçok müftü ve vaiz
yetiştirdim. Yüksek dereceli talebelere ve hocalara Arapça ve İslami bilim
alanlarında dersler verdim. Yeniden sınavlara girerek vaiz ve müftü oldum.
Önce Tekirdağ’da, sonra Sıvas’ın Gemerek ilçesinde müftülük yaptım, ardından
da Sıvas Bölge Müftüsü oldum. Bu arada bitirme sınavlarına girip ortaokul
diplomasını da aldım.” 
Sıvas’taki çalışmalarından, cemaatlerle çatışmalarından fazla söz etmezdi
Turan, ama biz bilirdik: Toplumu cemaatlerin etkisinden kurtarmak, Cumhuriyet
ve Atatürk ilkelerine yönlendirmek için gösterdiği üstün gayretler, onu, “hedef
haline” getirmişti. 620 imam ve vaizle Cumhuriyet Bayramı’na katılıyor; aralarında
kan davası olan köyleri, köylüleri barıştırıyor, Atatürk plaketiyle ödüllendiriliyor,
ulusal basında kendisinden “Atatürkçü müftü” diye söz ediliyor, karşıtları
ise “Komünist müftü” olarak niteliyordu. Bütün bunların sonucu sürgünler yaşamış,
Sıvas’tan Manisa’ya, ardından Tokat’a gönderilmiş, yeniden Sıvas’a döndüğünde
de rahat bırakılmamıştı. Ankara Altındağ, sonra da Sinop’un Türkeli
ilçesindeki dini görevleri 1966’da TRT’ye girmesiyle başka bir alana yönelmişti.
1968’den sonra yaptığı izlencelerle dikkatleri üzerinde toplayan Turan Ağabey,
burada da engellemelerle, mağduriyetlerle, sürgünlerle karşılaştı. 1976’da Şaban
Karataş döneminde Erzurum’a sürgününü yaşadı. (Ben de o sürgün dönemini yaşadım.) Artık kendisiyle uğraşanlar
arasında Diyanet İşleri Başkanlığı da vardı: “Başlangıcından Bu Yana
İnsanlık” dizi izlencesinin engellenmesi, yayından kaldırılması için resmi baş-
vurular yapıldı TRT’ye. Başarılı da olundu.


“Turan Ağabey” dedim bir ara: “Bunca tartışılması gereken düşünceler
açıklıyorsun, neden bir kişi bile çıkıp senin ileri sürdüğün görüşleri tartışmıyor
da, susturmak için hep siyasal, bürokratik yollara başvuruyorlar?”
“Ben Kur’an dilini iyice bilen, asıl kaynaklarına dayanarak yorumlayabilecek
bir kişiyim; Kur’an’ın her sözcüğü için, her yazdığım için en az 5-6 gerçek
kaynak gösterebilirim; bundan dolayı kimse karşı çıkamaz yazdıklarıma, yazacaklarıma.
Dini gerçek kaynaklarından irdeliyorum; ben hadisleri hep İslam
dünyasında en sağlam kabul edilenlerden aldım. Ben hadisçi, fıkıhçıyım… bir
hadis ne ölçüde doğru olur, ne ölçüde olmaz onu da bilirim... dikkat ediyorum,
sağlam hadislerin dışındaki hadislere yer vermiyorum... şimdikiler ne yapıyor;
asıl kaynaklara değil, aktarmalara, aktarmamın aktarmasına dayanıyor; bozuk,
çürük temellere... Ben 11. ve 12. yüzyılın Arapça’sının yanı sıra 6. yüzyılın
Arapça’sına da vakıfın, egemenim, iyi bilirim. Biri çıksın, ben de biliyorum 6.
yüzyılın Arapça’sını, desin, diyemez. Suskunlukları bundan da kaynaklanıyor...”
Aslında, Turan Ağabey alçakgönüllü biriydi; sessiz ve sakindi; sesini yükselteceği
yeri ve zamanı da bilirdi. Din adamlığı dönemindeki savaşımından,
anılarından söz etmeye yanaşmaz; TRT’de yaptığı ve “aydınlanmacı kimliğini”
ortaya koyduğu izlenceleri önemserdi. Arap dünyasını tarihçi, düşünür, sosyolog
gözüyle inceleyen, Arap karakterini değerlendiren, irdeleyen İbni Haldun’un
1377’de kaleme aldığı ünlü yapıtı Mukaddime’yi çevirmişti Türkçeye.
1977’de Onur Yayınları’nca basılan kitaptan Turan Dursun’un, Batı dünyasının
da ilgi odağında olan bu yapıtı çevirirken bizzat yazarının 1402’ye kadar yaptığı
sayısız düzeltmeleri de elyazmalarından ve yapılan çevirilerden karşılaştırmalı
olarak gözönüne aldığını öğreniyoruz... Ki bu, “toplumların ve dilin gelişimini
kavramasındaki derinliği” kadar, işindeki titizliğini, bilime verdiği
değeri göstermesi bakımından da önemli bulunuyor.
Kazasker’deki evimde geç saatlere kadar sohbet ettiğimiz o konukluğunda,
birden eşim Tülay’a dönüp sordu: “Yenge, bu Alâettin arkadaş ile iyi uyuşuyorsun
musun?” “Zor biri; ama uyuşuyorum.” “Bana da öğret!” “Sihrini mi?”
“Hayır ben öyle şeye inanmam. Yolunu!” “Yolu, karşılıklı sevgi ve saygıdan
geçer… Sizde böyle değil midir?” Turan Ağabey bir süre sustu. “Eşim Ankara’da
yaşıyor, çocuklarla; ben buradayım…” dedi, yine sustu. Birden konuyu
değiştirdi: “Yenge, Kur’an’ı okudun mu?” “Okudum, hafız sayılırım…” “Arapça-
sını okudun!” “Evet, yazılı olduğu dili…” “Anlamını biliyor musun okuduklarının?”
“Hayır, çoğunu bilemem; yalnız duaların ne anlama geldiğini…” “İşte sorun
burada.” Ben araya girme gereği duydum: “Kütüphanemde 5-6 tane meal
var.” “Hiçbiri doğru değil, değeri yok. Bunu söylediğim zaman, kimse karşı çıkamıyor,
kimse benim dediklerimin yanlışını gösteremiyor; herkes susuyor;
doğru da demiyor, yanlış da demiyor. Bu beni çıldırtacak. Ne zaman konuşacaksınız,
diye haykırmak geliyor içimden… Ben ölünce mi?”
Öldürülmesinden sonra ünlü olan şiirini o akşam bize söyledi:
“Ölürsem, / o zaman anlarsın. / Ölünce biri, / pazar, kışın, / iki yüz olur hemen
yüzler, hemen! / Dersin, neymiş meğer! / Ben de ölürsem eğer / ey aydın
cemaat! / Lütfen öldürme beni, / lütfen!”
Turan Ağabey, kendini yok sayan, söylediğini tartışmaya açmayan, buna
cesaret edemeyen ya da bu birikime sahip olmayan “aydın cemaat!”e “lütfen
öldürme beni, lütfen!” diyordu bütün inceliğiyle, kalp kırmaktan korkan çelebiliğiyle…
O akşam, İslam’da, Kur’an’da kadının yeri konusuna özellikle değindi ve
“ben, inanç konusunda en çok kadınlara şaşırıyorum” dedi. Biz anladık ne dediğini;
ama yetmezdi. Herkesin anlamasıydı “önemli olan.”
Bir ara ben öneride bulundum: “Turan Ağabey” dedim; “Yaşamöykünü, yaşadıklarını,
savaşımını, duygu ve düşüncelerini kayıt altına alsak; sesli ve olanak
bulunursa görüntülü olarak…Ne dersin?” “Ben de isterim; ama zaman
bulabilir miyiz? Ben sürekli yazıyorum, bitirmek zorunda olduğum, öyle duyumsadığım
kitaplarım var… Görüşmelerim sürüyor, dergilerde yazılar yazacağım…
Yani, kendime ayıracak vakit bulabilir miyim, bilmiyorum. Ayrıca senin
de durumunu görüyorum… Sen de yoğunsun…”
Bir süre sonra, “daha geniş zamanı olduğunu düşündüğü” ortak arkadaşımız
Nursel Duruel ile böylesi bir çalışmaya başladığını söyledi bana, biraz
mahcup, biraz ezik. “İsabet etmişsiniz” dedim. “Hem Nursel’in kaleminin yetkinliği
senin dilinin yetkinliğine denk… Daha iyi olur…”
“Kitaplarını yazmak için ortadan kaybolduğu” bir dönemde, Tülay birden
sordu: “Küfe’nin en büyük din âlimi arkadaşın nerelerde?” Anlamazlıktan geldim,
“kimi merak ediyorsun ve neden?” “Canım, Turan Dursun arkadaşını me-
rak ettim; eşi ne yapıyor Ankaralarda, o burada nerelerde, ilgilenmiyor musun?”
Doğrusu hoşuma gitti Tülay’ın ilgisi. Biraz da suçluluk duygusuna kapıldım.
“Bendeki bulunağı Küçükyalı’yı gösteriyor. Yarın gider bakarım.” “Ben de geleyim
mi?” Baktım, ciddiydi isteğinde: “Gel, ama bir koşulla!” “Nedir o?” “Turan’ın
sevdiğini söylediği peynirli börek yapacaksın, götüreceğiz.” “Yapmaz mıyım!
Geçen gelişinde kendisine soramadım, sen bana arkadaşının din âlimiyken
inançsızlığa dönmesinin nasıl olduğunu anlatır mısın; ama anlayacağım cümlelerle…”
“Bu Turan Ağabeye en çok sorulan sorudur. Hep şöyle söyler:
‘…Bende inanç devrimi neden oldu? Ya da neden inançsızlık oluştu?
Onu belirteyim: Doğru bilime yönelmiştim. Çok büyük kütüphanelere
gittim. O zaman ben İslam’ın kökenini gördüm, okudum. Söylencelerden
de okudum. Bir gün ‘Sümer Efsanesi’ ile karşılaştım. Sümerler’de
bir tufan efsanesi. Baktım, Tevrat’ta da var, Kur’an’da da var. Bu bir
efsane, nasıl olur da Tevrat’ta, Kur’an’da olabilir? Milattan önce 3000
yılında kaleme alındığı sanılıyor. İslam’dan, hatta Kur’an’dan çok önce.
Peki, bunlarda olan, kutsal kitaplarda ne arıyor? Sonra, Hammurabi
Yasaları’nın kimi maddeleri Tevrat’a aynen geçmiş, ondan sonra
Kur’an’a da yansımış, yani sarsılmalar benim öyle başladı.’
Görüldüğü gibi, ‘aklı imanına üstün gelmiş.’ ‘Sahih kaynaklar’dan araştırınca,
bilimsel bir gözle bakınca, birbiriyle çelişen, akla yatkın olmayan dini kurallarla
karşılaşınca ‘gerçekliğe olan aşkı imanından üstün gelmiş.’
Üzerinde çok durduğu bir durum da; Dinlerin ‘savaşçı’ karakteri, yaklaşımı.
Turan Ağabey bir ‘aydınlanmacı, barış yanlısı’dır.
‘Din insanlığa çok şey yitirtmiştir’ diye bir genelleme yapar; ‘Bana göre dinler
insana gözyaşı getirmiştir, ölümler getirmiştir. İslam da bunların arasındadır’
der. Ve örnek verir: Yahudilerin Filistinlilere yaptığı zulümleri örnek verir; Halife
Ebu Bekir döneminde ‘riddet’ (dinden dönme) olaylarında, belgelere göre,
ateş havuzları açıldığını, o ateş havuzlarına insanların inançlarından dolayı
atıldığını, yakıldığını örnek gösterir. Ve şöyle sürdürür verdiği örnekleri:
‘Osman döneminde bir Cemel olayını anımsıyoruz. Bu Cemel olayında,
iki yanda da Muhammed’in arkadaşları vardı. Bir yanda, 400 ka-
dar ‘biat-ı Rıdvan’da bulunmuş olan kişi vardı. Başlarında Ali, Muhammed’in
damadı. Öbür yanda, yine cennetle müjdelenmişler vardı. İki
kesim birbirine saldırıyorlardı, öldürmek için ve o olayda tarihlerin bizlere
kaydettiğine göre, 15 bin kişi hayvan boğazlanır gibi boğazlanmıştır.
656 yılında... 13 bin kişi Aişe tarafından, 2 bin kişi de Ali tarafından.
Şimdi bunlar ki, Muhammed’in ‘Eshabi Kennucumi bi eyyıhimikte deytüm
ihtedeymüs’, yani ‘benim ashabım birer yıldız gibidir, hangisine
uyarsanız doğru yolu bulursunuz’ dediği birer yıldız saydığı kişilerdi.
Bunlar öyle olunca ondan sonra aynı tutumu sürdüren kimselerin bulunması
şaşırtıcı değildir. Ondan sonra görüyoruz. Neler yitirtmiştir
din? Aklın, bilimin yolunda olmaya çalışan birçoklarının öldürülmesine
neden olmuştur. Çünkü, ‘irtidâd’ yani ‘dinden çıkma’ bütün mezheplere
göre ölüm hükmünü içine alıyor. Mezhepler arasında ihtilaf yok. Sadece,
‘istilabe’ yani tövbeye davet gerekli mi gereksiz mi? Bu konuda
tartışıyorlar. Yoksa, bir insan eğer düşüncelerinde bir gelişme olmuş,
inancında gelişme olmuş ya da inançsızlığa düşmüşse, ya da bir başka
inanca geçmişse bunun mutlaka öldürülmesi gerekiyor, Kur’an ve
hadis hükümlerine göre… Bir İsa, ‘Bir yanağına vurulursa, öbür yanağını
uzat,’ derken, öbür yanda diyor ki, ‘Ben Dünya’ya barış için gelmedim,
savaş için geldim.’ Bu da İncil’ den…’
Sana Turan Dursun’un dinleri nasıl ayırdığını da onun sözleriyle anlatayım;
ancak önce Turan Ağabeyin, içkiyi, kumarı, kahvehane oyunlarını, zinayı hiç
tanımadığını da bilmeni isterim. Şöyle der:
‘… Dinleri şöyle ayırmak mümkün. Dinlerin kimi, insanlığın yaşamına
bütünüyle el atmıştır. Dünya yaşamını yatak odalarına varıncaya kadar
girmiştir. Yahudilik ve İslam böyledir. Kimi de bu kadar el atmamıştır,
sadece inanç dünyalarında vardır. Ama, bir ceza hukuku, bir miras
hukuku, bir devletler hukuku, bir bilmem ne hukuku türünden şeyleri
yoktur. Hıristiyanlık böyledir. Ben, insanlığın yaşamına bütünüyle el
atmış olanları, insanlar için daha zararlı görüyorum. Aslında, hepsi,
bana göre, binlerce yıl öncesinin düşüncelerini, inançlarını taşıyıp getirmekte
birleşiyorlar. Biri falanca diyor, biri filanca diyor, sözler değişiyor
ama, öz değişmiyor. Hepsi aynı kalıptan.’
Anlaşılmayan bir yanı, yönü var mı? “Yok” dedi Tülay: “Bu anlattıklarını
düşüneceğim.”
Ertesi gün, “bir gün bana gelirsiniz” diyerek verdiği bulunağa gittik. Küçükyalı’nın
arkasında, yamaca yaslanmış bir ev. Zilde adı yazmıyordu. Kapıcıya
soralım dedik, kapıcı yoktu. Kapıya not koyacaktık; birden aklıma bir kuşku
düştü; ya izleniyorsa, gidip geleni “mimleniyorsa.” Pratik bir çözüm buldum; Bir
kâğıda “Sayın Turan Dursun! Reklam işlerini yürüttüğümüz mobilya şirketinin
ekteki broşürünü Arapça’ya çevirir misiniz? Acildir. BRT Alatül” yazıp bıraktım.
Broşürle birlikte.
Birkaç gün sonra, mobilya firmasından telefon ettiler; “Ağabey, garip garip
telefonlar alıyoruz; birinin adını verip ‘ne ilginiz var’ diye soruyorlar. Ne iştir?”
Hata yaptığımı anlamıştım; ama acaba “çok geç” miydi?
Aradan bir zaman geçti. Turan Ağabey, artık 2000’e Doğru’da yazıyordu.
Başka Teori, Saçak gibi dergilerde de yayımlanıyordu yazıları... Sonradan Din
Bu adlı yapıtının altyapısını oluşturan yazılardı bunlar.
Meydan okuyordu, tabulara, bilimdışılıklara, özellikle dini duyguları sömüren,
dinle siyaseti, dinle ticareti harmanlayan herkese meydan okuyordu; korkup
susanlara, ölümü aşamayanlara meydan okuyordu:
“Bilcümle İslamcılar! İyice bilin! Bilin ve unutmayın ki ben, yüzyılların
doğurduğu bir ‘ölüm’üm! İslam’ın, tüm dinlerin, tabuların, sonuçları bugün
ve yarın görülecek ölümüyüm. Çıkarları din karanlığı üstüne kurulu
olanlar, bu karanlıktan türlü biçimde yararlananlar, tüm karanlık böcekleri,
benden korksunlar. Ne imzalı, ne imzasız yalanları beni yıldırabilecektir.
Korksunlar elimdeki ışıktan. Bir mum ışığının bile koca bir
oda karanlığını nasıl parçaladığını anımsasınlar. Binlerce yıllık ilkelliklerin,
yalanlarla örülüp piyasalara sürüldüğü imanın, kafalardaki duygulardaki
zincirlerinin elbette ki bir gün sonu gelecektir.” (Teori, Ağustos
1990)
Bir akşam, evdeyim. Telefon çaldı. Kalkıp açtım. Selamsız sabahsız bir
giriş: “Alâettin, kiralık bir eve ihtiyacım var. Acil ev değiştirmem gerekiyor.” “Ne
oldu ki?” “Tehdit ediliyorum, bu seferki ciddi görünüyor.” “Bildiğim evde misin?”
“Hayır, orayı terk ettim, şimdi Kadıköy’e yakın bir yerdeyim, telefonda söylemeyeyim…
Tehditler buraya yöneldi. Bana bir ev.” Hiç ikirciklenmeden, düşünmeden:
“Bize gel” dedim. “Olmaz. Senin için de tehlikeli olur. Ailen var.” “Ev nasıl
bir şey olsun?” Sorunun anlamsızlığını ağzımdan çıktığında anladım. “Başımı
sokacak kadar. Yalnızca kitaplarım var.” Sabahı zor ettim. Ortalığa düştüm ev
arıyorum. Bizim eve çok uzak olmayan bir yer buldum... Akşamına aradı: “Bir
yer buldum ama, giriş katı...” “Yoldan içerisi görünüyor mu?” “Görünüyor.” “O
olmaz...”


Aradan birkaç gün geçti, bulduğum bazı yerler var; o beni arayacak. Ev
telefonu yok ki!
4 Eylül 1990.
Turan Ağabey, Koşuyolu’ndaki
evine yakın bir yerde, sokakta
öldürüldü. Çapraz ateşle. Bir ışık
daha söndürülmüştü; aydınlanmanın
ışığı... Yüreğimin sıkıştığını,
bir şeylerin, örneğin camların
kırıldığını, gözlerimin önünden
kelebeklerin uçuştuğunu duyumsadım.
Radyoevi’ndeydim. “Koşturup gitsem mi Koşuyolu’na” diye düşünürken,
“bırakmazlar sokak ortasında, hemen kaldırmışlardır” dedi Haberler’deki
bir arkadaş. Polis telsizindeki anonsları da dinliyorlardı zaten, haber almak
amacıyla. Çaresiz, odama döndüm. Şaşkın şaşkın oturdum bir süre. Sonra,
gazeteye üzüntümüzü, tepkimizi vurgulayan bir ilan verelim mi diye arkadaşları
yoklamaya çıktım. 15 kişi “bedeline katılırım” dedi. Metni oluşturduk, altına
“TRT’deki Arkadaşları” diye yazdık; eşimin reklam şirketi üzerinden Cumhuriyet
gazetesine gönderdik. “Ne oldu” diye aradığımızda, “gazete, ilanı verenlerin
tek tek isimlerinin yazılmasını istiyor” denildi. Aramızda tartıştık... İsimleri
yazamadık. TRT’den biri vefat ettiğinde çalıştığı yerde tören yapma geleneği
vardı; onun zeminini yokladık, “olamayacağı” söylendi. İçimizdeki cam kırıkları
atomik patlamalar yaptı, nefesimiz zehirli gaza dönüştü, sesimiz ağzımıza sığmadı...
Bir sonuç çıkmadı!
Cağaloğlu’nda yazılarının yayımlandığı 2000’e Doğru’nun önünde bir cenaze
töreni yapıldı. Kendim dahil kimseyi tanıyamadım! Öylesine yalnız, öylesine
garip yatıyordu yolun kenarına konulmuş masanın üzerindeki tabutu...
Yandaki kitapevinin altınyaldızla kaplı harflerden oluşan tabelası parıl parıl:
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınevi...
Biri konuştu: Galiba Hasan Yalçın idi. Turan Dursun’un yazdıklarının bedelini
canıyla ödeyebileceğini bildiğini, yine de gerilemediğini, ölümden korkmadığını,
çünkü onun tabulara savaş açmış bir aydınlanmacı olduğunu söyledi,
galiba. Turan Dursun’un ona, “Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı
götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım?” diye sorduğunu
açıkladı. O’nun ölümü aştığını, yendiğini, büyüdüğünü dile getirdi, galiba.
Omuzlayıp götürdüler... Önce Ankara’ya, ardından da Çebeci Asri Mezarlığı’na.
Toprağa kavuşturuldu.
Ölümünden hemen sonra neler oldu?
Cinayetten sonra, Turan Dursun’un evindeki kütüphanesinden birçok şeyin
kaybolduğu ortaya çıktı. En ilginç nokta da, yatağının üzerinde Turan Dursun’a
ait olmadığı bilinen Kutsal Terör Hizbullah adlı kitabın bulunmasıydı. Yakınları,
söz konusu kitabın, eve giren kişiler tarafından bir “mesaj” olarak bırakıldığını
söyledi. İstanbul Emniyet Müdürlüğü, polislerin Turan Dursun’un evinde
arama yaptığını doğruladı, ancak arama tutanağında kitaplıktan alınanlar yazılı
olarak yer almadı. Oğlu Abit Dursun konuyla ilgili şunları söyledi: “4 Eylül
1990’da Turan Dursun vurulduktan 40-45 dakika sonra polis geliyor. Çok daha
erken gelen siviller evi darmadağın ediyor. Birçok eseri ve çalışması siyah poşetlere
konuluyor, onlar çıkarken de resmi giysili polisler içeri giriyor. Biz sivil
polislerin götürdüğü eserleri ve çalışmaları Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurarak
istedik. Ama 9 yıldır bu girişimimizle ilgili hiçbir sonuç alamadık. Kur’an
Ansiklopedisi’nin 2000 sayfası, ‘Kulleteyn’ isimli kitabın ikinci ve sonraki ciltleri
yok. Her şeyi götürmüşler. Bir yaşam boyu büyük emekle ortaya çıkarılan her
şeyi. Bütün bunlar sivillerin eve girmesinden sonra kayboldu. Devlet içindeki
bazı güçler, yasadışı devlet odakları bu eşyaları alıp gitti.”
Abit Dursun, babasının 1960’lardan beri tehdit edildiğini, çocuklarını tehlikeden
uzak tutmak için İstanbul’a, yanına almadığını, İstanbul’daki basın
tercihli telefon numarasının “gizli” olmasına ilişkin verdiği dilekçeden bile düşmanlarının
haberi olduğunu, son günlerinde yurtdışından aldığı çağrılara uyarak
hazırlık yaptığını, öldürülmeseydi bir gün sonra yurt dışına çıkacağını (?) da
açıkladı demeçlerinde.
Uzun süre bilinemedi(!) kimin öldürdüğü… Ölümünün ertesi günü İran televizyonlarından,
radyolarından duyulan sevinç çığlıkları bir ipucu veriyordu
oysa… Kimin işine yaradığına(!) ilişkin ipuçları da vardı: Sağlığında yazdığı
bir tek satıra yanıt veremeyenler, susanlar, meydan okumalara sessiz
kalanlar, birden kitap yayımlamaya, demeçler vermeye başlamıştı… Ölümünden
sonra yayımlanan Din Bu adlı kitaplarına “zeyl” yazmaya kalktılar, boşu boşuna…
İnanç pazarlamacılığı, Tanrı’yı ticarete, siyasete ortak etme, dinle aldatma
sürdü gitti… Günümüze dek…
Bir yıl sonrasıydı. DİSK’in efsanevi başkanı Abdullah Baştürk vefat etti.
Aralık ayının sonları. 1991. Zincirlikuyu Mezarlığı’ndayız kalabalık bir kitleyle.
Sağlık Bakanı Dr. Yıldırım Aktuna ile rastlaştık. Ordan burdan konuşurken
söz döndü dolaştı, Turan Ağabeye geldi. Anlattım “acele ev arayışımı.” Aktuna,
içten insan... Derin dostluğumuz var: “Bana ulaşsaydın, ben onu öyle bir saklardım
ki! Kimse de bulamazdı” demesin mi? Gözleri dolu dolu. İçim nasıl yandı
anlatamam. O dönemde Bakırköy Belediye Başkanı’ydı... Nasıl aklımıza
gelmedi! Bilemedik işte…
Turan Dursun’u aramızdan alanların kim olduğu, dört yıl sonra ortaya çıktı:
İslami Hareket Örgütü. Tetikçilerden biri yakalanamadı, lider yakalandı: İrfan
Çağırıcı. Müebbet hapisle cezalandırıldı. Ötekilere de uzun-kısa hapislikler…
Kitaplarının yayımlandığını -Mukaddime çevirisi dışında- göremedi: Kulleteyn
yayımlandı, süreğeni olan ciltler evinden çalındı, ilk cildini yayıma hazırladığı
Din Bu (öteki 3 cilt, ailesi ve yakınları tarafından onun çeşitli dergilerde -ama
özellikle de 2000’e Doğru dergisinde- çıkan yazılarından derlenmiştir), tamamı
12 cilt olduğunu bildiğimiz Kur’an Ansiklopedisi’nin ilk 8 cildi dışında göremediği
kitapları şunlardır: Kutsal Kitapların Kaynakları (3 cilt), Allah Kur’an Dua
İman, Şeriat Böyle, Müslümanlık ve Nurculuk, Ünlülere Mektuplar, İlhan
Arsel’e Mektuplar, Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, Din ve Seks, Evren
Bir Şaka mı?, Din ve Cinsellik, İbn Haldun’da Uygarlığın Yükselişi ve Çöküşü
(Ümit Hassan ile birlikte).
Bir de oğlu Abit Dursun’un babasını anlattığı Babam Turan Dursun adlı
bir kitap var bugün. Kitapları baskı üstüne baskı yapıyor: Okunuyor, “karanlığı
bir mum ışığı gibi aydınlatıyor.”
Hep 56 yaşında bir bilge kişi olarak duruyor belleğimizde. Yüreğimizde
cam kırıkları...

Sesleniyor bize: “Ölürsem, / o zaman anlarsın. / Ölünce biri, /
pazar, kışın, / iki yüz olur hemen yüzler, hemen!/ Dersin, neymiş meğer! / Ben
de ölürsem eğer / ey aydın cemaat! / Lütfen öldürme beni, / lütfen!”

 

Alâettin BAHÇEKAPILI

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER