Otokrasi baskısı altında yerel yönetimler ve kentleşme süreci yeni bir düzeni işaret ediyor…
Eyüp MUHCU,
TMMOB Mimarlar Odası önceki Genel Bşk.
Son yıllarda iktidarın yerel yönetimler üzerinde; hukuksuz müdahalelerle idari ve mali yapıları zayıflatıldı ve tasfiye süreci başlatıldı. Bu kapsamda işlevsizleştirme, yetkilerin sınırlandırılması, görevden alma ve kayyım atamaları ile oluşturduğu ve “19 Mart Darbe Süreci” ile birlikte giderek artan baskı koşullarında yerel yönetimlerin önemi ve savunulması daha da artmıştır.
İktidarın “barıştan” söz ettiği bir dönemde; belediye başkanları, meclis üyeleri, meslek örgütleri yöneticileri, gazeteciler, aydınlar ve hakkını arayan yurttaşlara karşı kötü muamele, gözaltılar ve tutuklamalar yapılmaktadır. Neredeyse her hafta bir belediye yönetimine el konulmaktadır. Bu amaçla siyasal etik kurallara aykırı olarak belediye yöneticileri iktidar partisine “transfer” edilmektedir.
15 Temmuz 2016 “Darbe sürecinde” merkezileşme ve otoriterleşme” anlayışı doğrultusunda inşa edilen “Otokratik Rejimin” antidemokratik ve hukuksuz müdahalelerini; başta belediyeler olmak üzere meslek örgütleri, üniversiteler, sendikalar, il özel idareleri, muhtarlıklar, demokratik kuruluşlar dahil yerinde yönetim kuruluşları olan bütün yerel yönetim kuruluşları üzerinde gerçekleştirilmektedir.
Üstelik bütün bu operasyonlar ülkemizde her alanda çoklu ve katmanlı krizlerin yaşandığı; ekonomik, sosyal ve kültürel sorunların hat safhada olduğu, kentlerin ve insan yerleşimlerinin afetlere karşı hazır hale getirilmesi gerektiği; sağlıklı ve güvenli çevrede yaşama hakkının sağlanmasının temini; toplumun yeniden uygar kentlerle buluşmasının şart olduğu koşullarda yürürlüğe sokulmuştur.
Neden yerel yönetimler hedefte ?
Cumhuriyet Devrimi ile birlikte; ulusal ve evrensel değerler ekseninde gelişimi öngören yeni bir dönem başlatılmış ve çok değerli kazanımlar ve birikimler elde edilmiştir.
Yeni dönemde mimarlık ve kentleşme alanında “Çağdaş ve bilimsel planlama ile kamu denetimi” yürürlüğe sokulmuştur.
Cumhuriyetin kurulması sonrası kentsel hizmetlerin yerelde yürütülmesi amacıyla yerelde örgütlenme ve Belediyelerin güçlendirilmesi için adımlar atılmıştır. Bu kapsamda 1930 yılında 1580 sayılı Belediye Kanunu çıkarılmış ve pek çok düzenlemeler yapılmıştır. Yurttaşların kamu hizmetlerine erişiminin sağlaması, sağlıklı kentleşme süreçleri, çağdaş mesleki ve toplumsal örgütlenmelerin altyapısının hazırlanması bakımından atılan bu adımlar tarihsel nitelik taşımaktadır.
Bu anlayış doğrultusunda 19 Şubat 1932’de Halkevleri ve 17 Nisan 1940’da Köy Enstitüleri kurulmuş; kısa sürede halkın karar verme süreçlerine katılımı, aydınlanma ve demokratik ortamların yeşermesinde önemli roller oynamışlardır.
“Demokratik” gerekçelerle “Çok Partili Yönetime” geçilirken yerelleşme ve demokratikleşme sürecinin en önemli unsurları olan Halkevleri’nin 11 Ağustos 1951’de, ve Köy Enstitülerinin 27 Ocak 1954’de “işbirlikçi sermaye, toprak ağaları ve tefeci bezirgan…” ittifakının talepleri doğrultusunda kapatılmaları söylem ile eylem arasında dramatik bir çelişkiyi ortaya koymuştur.
Çağdaş normlara göre dönemin en ileri Anayasalarından biri olan “1961 Anayasası..” ile yerinde yönetim kuruluşlarına örgütlenme olanağı sağlanması ve kurumsal güvencelere kavuşturulmaları ile; yeniden yerel yönetimlerin aktif hale geldiklerini ve güçlü bir şekilde “özgürlük ve eşitlik” taleplerinin yükseldiğini görüyoruz…
1982 Anayasası merkez ile yerel yönetimler arasında vesayet ilişkisinin güçlendirilmesine; demokratikleşme aleyhine bir kısım düzenlemelerin yapılmasına ve bağlı olarak yerel yönetimlerin çalışmalarını serbestçe yapamamalarına neden olmuştur.
Anayasa ile demokratik hak ve özürlülüklere genelde kısıtlamalar getirilirken; sermayenin önündeki engellerin kaldırılması dönemin temel karakterini yansıtmaktadır. Kamu varlıkları özelleştirilme yoluyla talan edilirken; kent toprakları imar yağmasına açıldı. Belediyeler üzerinde merkezin vesayeti güçlenirken imar yağmasına ortak edildiler.
İzlenen “imar rantına” dayalı ekonomi politikaları sonucunda; doğa ve kültür değerlerine el koyan, imar rantından beslenen ve iktidarlar tarafından korunan kesimler giderek yükselen sınıflar olarak yerelde ve Ülke siyasetinde belirleyici olmaya başladılar.
1993’de belediyelerde 2002 sonrası merkezde iktidara geldikten sonra Otokratik Rejim inşa eden sınıflar esas itibariyle tamamen kamunun özelleştirilmesine ve imar rantına dayanıyordu…
Merkezin Emrinde Belediyeler
2002 Sonrası “Otokratik Rejim” inşa edilmesi politikalarına bağlı olarak; yetkilerin merkezde toplanması ve belediyelerin kapatılması ve kalan belediyelerin ise yetkilerinin kısıtlanması yönünde pek çok düzenleme yapılmıştır.
Otoriterleşme ve merkezileşme sürecinde kentlerin ve belediyelerin sorunları katlanarak arttı.
Belediyelerin şirketleşmesi ve giderek kamusal kimliklerini kaybetmesi bu dönemde yerleşik bir yönetim biçimi olarak görülmektedir.
Bu anlayış çerçevesinde belediye başkanları (sınırlı sayıda demokrat başkanlar hariç) “yerel otokrat” bir yönetici haline gelmişlerdir.
Belediyeler bütçe yetersizlikleri, imar rantı, kamu denetimi, ihaleler, yolsuzluklar, liyakata bağlı olmayan kadrolaşma, ayrımcılık, bağnazlığın örgütlenme alanı vb. sorunlarla baş başa kalmışlardır.
Yerel yönetimlere müdahaleler sürecinde merkez eliyle yürütülen “Kentsel Dönüşüm..” karar ve uygulamaları; kentlerin sorunlarını daha da arttırmıştır. Kentler “deprem” bahane edilerek rantiyenin şantiyesine dönmüş ve afet riskleri karşısında daha da korumasız hale gelmiştir.
Tarihi kent merkezleri, Cumhuriyetin varlıkları, kentsel değerler ve doğal çevre rantın aracı olmuştur. Yurttaşların barındığı evler ve mahallelere “dönüşüm alanı, özel proje alanı, riskli alan, rezerv alanı..” adı altında el konulmaktadır. Kahramanmaraş merkezli “6 Şubat 2023 Depremleri” ihaleler ve rant için fırsata çevrilmiştir…
Türkiye kamuoyunda “Beşli Çete” olarak nitelenen Kalyon İnşaat şirketi “Tasarım Vakfı” adı altında Hatay’da devreye sokulmuş; mimarlık, kentleşme bakımından tartışmalara neden olan kimi projeler devreye sokulmuştur. Daha sonra T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı himayesinde bu şirket koruma alanlarında (Haydarpaşa Gar ve kamusal alanında olduğu gibi) sermayeye yatırım alanları geliştirilmesi çalışmaları ile karşımıza çıkmaya başlamıştır.
Otoriterleşmeden totaliter bir rejime
Kamuda reform ve yerel yönetimlerin merkezin vesayetinden kurtarılmasından söz edilirken, 15 Temmuz 2016 Darbe süreci sonrası Otoriter bir rejim inşa edildi. Dünyada otoriterleşme eğilimlerinin öne çıktığı koşullarda küresel sermayenin desteği ile totaliter bir yönetim yolunda önemli mesafeler katedildi.
Tüm yetkilerin bir merkezde toplandığı, bireysel ve toplumsal özgürlüklerin kısıtlandığı, devletin her alana müdahale ettiği, kamuoyunun sürekli manipüle edildiği koşullar oluşturulmuştur. Yeni kurulan Otoriter rejim bu nitelikleri ile büyük ölçüde Totaliter Rejime dönüşmüştür.
Merkezin kentlere ve yerel yönetimlere yaptığı hukuksuz operasyonları bu çerçevede okumak ve anlamak gerekir.
Aslında, “Yerel Yönetimde Büyük Reform” olarak gündeme getirilen ve 12 Kasım 2012 tarihinde çıkarılan 6360 Sayılı Büyükşehir Yasası ile pek çok belediyenin ve köylerin tüzel kişiliğine son verilmekle idari yapının merkezileşmesi için demokrasi karşıtı radikal bir adım atılmıştı.
Yerel yönetimlerin insan yerleşimlerine hizmet götürebilmesi, için çoğaltılması ve etkin hale getirilmesi gereken koşullarda çıkarılan yasa ile 3500 belediyenin 2100’ü (yaklaşık yüzde 67’si) ve 16 bin 220 köy muhtarlığı kapatıldı.
Demokrasisi ve ekonomisi gelişmiş ülkelerde yerinde yönetim ilkeleri doğrultusunda yerel yönetimler halka nitelikli ve yaygın hizmet götürebilmekte ve yerelde demokratik örgütlenmeler desteklenmektedir.
Fransa’da 36 bin 681 belediye ile yerel yönetim hizmetleri sürdürülmektedir. Buna göre ortalama bir belediye 1864 yurttaşına hizmet etmektedir.
Almanya’da 11 bin belediye ile ortalama 7 bin 600 kişiye hizmet götürülmektedir.
Türkiye’de ise 1396 belediye ile ortalama 60 bin 888 yurttaşımıza hizmet götürülmektedir. Daha doğrusu halk nitelikli ve yaygın yerel yönetim hizmetlerinden yararlanamamaktadır. Bu verilere otokratik rejimin baskı ve kısıtlamalarını eklediğimizde yerel yönetimlerde yaşanan vahameti daha iyi anlayabiliriz.
Bütün bu sorunlar; niteliksiz yapılaşma, sağlıksız ve güvensiz kentleşme, yolsuzluk ve yoksulluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
31 Mart 2024 Sonrası Belediyeler
Demokrasinin örgütlenme alanları merkezin müdahaleleriyle tahrip edilmiş, yozlaştırılmış ve bu ortamda “Toplumcu Belediyecilik” anlayışının yeniden muhalefet kesimlerince gündeme getirilmesine toplum büyük bir destek vermiştir. 31 Mart 2024 tarihinde yapılan Yerel Seçimlerde belediyelerin %65’ini muhalefet kazanmıştır.
Otokrasiye karşı yerel yönetimlerin önem kazandığı koşullarda; Toplumcu Belediyeciliğin örgütlenmesi için bir fırsat doğmuştu.
Tarihsel misyonları ve kuruluş nedenleri itibariyle “demokrasinin beşiği” olarak nitelenen yerel yönetimlerin yeni dönemde bu niteliklerine göre yeniden inşa edilmeleri ve kentlerin sağlıklaştırılması gerekiyordu.
Halk adına belediyeleri yönetmek üzere seçilen yönetimler bir buçuk yılı aşkın sürede genelde; sistem içinde iyileşme sağlamayı tercih ettiler ve egemen yönetim anlayışından kopamadılar.
Halkın karar süreçlerinde yer alması, planlama, ihale, yatırım, istihdam, afet risklerinin azaltılması vb. ile ilgili ivedi sorunların çözümü için yeterli adımlar atılamadı.
Bu nedenlerle belediyelerin “demokrasinin yeniden yeşerdiği uygar kentleri” yaratma yönündeki çabaları sınırlı ve yetersiz kaldı.
Toplumcu olduklarını iddia eden belediyelerin; halkla birlikte yönetme anlayışının yaşama geçirilmesi, demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesi, kentsel mekanda eşitlik ve adaletin gerçekleşmesi için programlarını hazırlamalı ve çalışmalarını yapmaları temel bir davranış biçimidir.
Kültür ve sanat ortamlarının yaratılması, sosyal hakların yerelde gerçekleşmesi, toplumsal örgütlenmelerin desteklenmesi, afet risklerinin azaltılması, merkezin rantçı ve otoriter politikalarına karşı halkla birlikte direnilmesi, kamu denetiminin etkin bir şekilde uygulanması, saydamlık ve hesap verebilirlik ilkesinin yaşama geçirilmesi, yoksulluk ve yolsuzluklarla mücadele, toplumun yeniden uygar kentlerle buluşturulması gibi görev ve sorumluluklarını yerine getirmek için çaba göstermeleri beklenir.
Kaldı ki, 170 yıllık belediyecilik tarihinde toplumcu belediyecilik için çok önemli deneyimler ve birikimler bulunmaktadır.
Darbe Süreci
19 Mart 2025 tarihinde önce İstanbul Büyükşehir Belediyesine hukuksuz operasyonlarla belediye başkanı ve yöneticilerine gözaltı ve tutuklamalar gerçekleştirilmesi yeni bir “darbe sürecinin” başlangıcı olarak değerlendirilebilir. Aynı sürecin başka belediyelerde gerçekleşmesi ve operasyonların hala devam devam ediyor olması ve muhalefet partisi örgütlerine yapılan müdahaleler “darbe” söylemlerini güçlendirmektedir.
Otokratik yönetimin Totaliter bir yönetime evrildiği bu dönemde; yerel yönetimlerin yetkilerinin sınırlandırılmaları, idari ve mali yapılarının zayıflatılmaları yetmemiş; yerel yönetimleri merkez tarafından kuşatılmışlardır.
Bu koşullarda belediyeler; kentin gereksinimi olan planlama ve yatırım gibi temel işleri yapamamakta, çöp toplama ve temizlik gibi rutin işler dahi aksayabilmekte ve halka yeterince hizmet verememektedirler.
İktidar, hukuksuz operasyonlarla belediyeleri kuşatması sonucu, belediyelerin halka hizmet vermelerini engellemek suretiyle açıkça suç işlemektedir.
Çözüm
Yerel yönetimlerin tek başlarına bu süreçlerle baş etmesi olası değil. Zaten sorun tek başına yerel yönetimler de değildir. Öncelikle Ülkemizin “özgür ve demokratik” geleceği için bütün toplumsal muhalefetin tam bir dayanışma içerisinde olması gerekmektedir.
Ülkemizde yaşanan otoriterleşme, çevre kirliliği, kentleşme, afetler, salgınlar, savaşlar, ayrımcılık, bağnazlık, sömürü gibi sorunların oluşturduğu kriz koşulları; yeni bir toplumsal düzeni, yeni bir yerel yönetim anlayışını, yeni bir kentleşme ve çevre politikalarını zorunlu kılmaktadır.
Bilim ve teknolojideki gelişmelerin insanlığın yararına sunulması için “özgür, demokratik, eşitlikçi, adil..” bir geleceği inşa etmek öncelikli bir koşul olarak bizlere görev ve sorumluluklar yüklemektedir.
Bu anlayışla yeni bir düzenin inşası sürecinde kamunun ve yerel yönetimlerin yeniden yapılandırılmaları ve kentlerin ayağa kaldırılması gerekir.
Yerel yönetimlerin yeniden “demokrasinin beşiği” olması; yerelde örgütlenen “halk demokrasinin” bütün sisteme egemen olması zorunluluğu vardır.
Bilimin rehberliğinde ve kamu yararını gözeterek; kenti halkla birlikte yönetmek, kent ve toplum ile ilgili kararları birlikte almak, halka nitelikli ve eşit hizmet sunmak, dezavantajlı grupları desteklemek, yoksulluğun yok edilmesini sağlamak, sağlıklı ve güvenli yaşam çevreleri oluşturulmak vb. süreçlerin kurumsallaşmasını sağlamak gerekir.
Bu çerçevede; farklılıklarımızla birlikte ve dayanışma içerisinde otokratik rejime son vermek için harekete geçmek şarttır.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.