İstanbul
30 Nisan, 2025, Çarşamba
  • DOLAR
    38.22
  • EURO
    44.23
  • ALTIN
    4157.8
  • BIST
    9.317
  • BTC
    87507.546$

YALINLIĞIN İÇİNDEKİ DERİNLİK: CAHİT KÜLEBİ

18 Mart 2025, Salı 13:52
YALINLIĞIN İÇİNDEKİ DERİNLİK: CAHİT KÜLEBİ

YALINLIĞIN İÇİNDEKİ DERİNLİK: CAHİT KÜLEBİ

 

Ömer Turan

 

Cahit Külebi’nin şiiri, yalın imgelerin güzelliğiyle insanın yüreğine dokunup; sözü dolandırmadan ama derinlikten de ödün vermeden çok şeyi anlatıyor. O, sözün süssüz hallerinde özgünlük bulan, yapmacıktan uzak bir anlatımın şairi olarak varlığını sürdürüyor. Dizeleri günlük yaşamın içinden geliyor ama bir taş gibi şiirin akarsuyuna düşer düşmez halkalar oluşturuyor. Kâh Anadolu'nun bir kasabasında, kâh Ankara'nın taş sokaklarında dolaşıyor ama asla sıradan olana boyun eğmiyor. Onun şiiri, halkın dilinden kopmadan çizdiği ince desenlerle kendini var ediyor. Doğayla, insanla, günlük yaşamın devinimiyle derinden bağlantı kuran sözleri, anlatım kaygısından çok, duyarlılığın içten akışını gözetiyor. Bu yüzden onun şiirlerinde hem köyün düzgün yolları hem de kentlerin karışık sokakları aynı anda vardır. Cahit Külebi, şiirinde sadece bireysel duyguların penceresinden bakmıyor; toplumsal yaşamın çatlaklarından sızan ışıkları da yansıtıyor. Duyarlılığı kırılgan ama güçlü olarak…

 

“Cebeci köprüsü yüksek,

Altından tren geçiyor.

Ya benim aklımdan geçenler?

Kimse bilmiyor.”

 

Cahit Külebi, düşünen insanın bilinmezliğine odaklanırken, aynı zamanda yaşadığı çağın toplumsal kayıtsızlığına da dokunuyor. Cebeci Köprüsü, yalnızca Ankara’da bir köprü olmanın ötesinde, bir ayrım noktası, bir bakış yüksekliği, bir güzergâhın anımsatması da… Altından geçen tren, zamanın ve modernleşmenin akışını anlatıyor. Ancak düşünceleri trenler gibi düzenli bir rotaya sokmak mümkün mü? Düşünen insan, toplumun demir raylarına tutsak mı, yoksa aklın sonsuz serbestisi her şeyi aşar mı? Külebi’nin dizeleri, kişisel anlatımdan daha çok toplumsal bir çağırışım da yaratıyor. Cebeci Köprüsü’nün altından geçen tren, şehirleşmenin, sanayileşmenin, modernleşmenin sözde ilerleyen ritmini simgelerken, şairin aklından geçenler bu düzenin de dışına taşıyor. İnsan düşünceleriyle şehrin gri ritmine uyum sağlamıyor. Kent ve toplumsal yapı bu düşünceleri kuşatmaya çalışsa da, akıl tam anlamıyla denetim altına alınamıyor. Bu noktada tren, güçlü bir metafor... Toplum, insanı belirli bir raya oturtmaya çabalıyor; belirli bir düzene uymayanlar sistemin dışına itiliyor. Fakat düşünen insanın aklı, tıpkı şairin vurguladığı gibi, bilinmeyen, kestirilemeyen, düzenin ötesinde dolaşan bir alanda… sürükleniyor. Dizelerin yazıldığı döneme baktığımızda, modernleşmenin hızlandığını, düşünen insanın kentleşme içinde giderek silikleştiğini görüyoruz. Ankara, 1950’ler ve sonrasında memurların, işçilerin, öğrencilerin akın ettiği, ama aynı zamanda özgünlüğün zayıfladığı bir şehir hâline geliyor. Şairin söylediği gibi, aklından geçenleri kimse bilemiyor; kimse bilemeyecek de. Düşünen insan, toplumun belirlenmiş rotasında ilerliyor gibi görünse de, aslında düşünceleriyle sınırsız bir alanda sürüklenmeye devam ediyor.

 

 

“Şimdi bir rüzgâr geçti buradan

Koştum ama yetişemedim.

Nerelerde gezmiş tozmuş

Öğrenemedim.”

 

Rüzgâr, hava olaylarının ötesine geçerek bellekte silikleşen imgelerin, anıların, yitirilen zamana duyulan özlemin sesine dönüşüyor ilk dizeyle. Bir dostun kaybolan sesi, bir sevdanın unutulmaya yüz tutmuş izleri, Anadolu’nun tozlu yollarında kaybolan çocukluk günleri bu rüzgâr belki de...  Dizelerdeki yetişememe duygusu, insanın büyük çıkmazlarından birini yansıtıyor daha çok. Bellek her zaman bir adım geriden geliyor, geçmişe tutunmak istedikçe anılar ellerin arasından kum taneleri gibi kayıyor. Oysa insan, yaşadıklarının kalıcı olduğunu sanıyor. Anımsamak, geçmişi eksiksiz korumak, yaşanmış olanı sonsuza dek saklamak istiyor. Oysa bu çaba boşa çıkıyor, çünkü rüzgâr geçip giderken zaman da akıp gidiyor. Ona yetişme isteği içsel bir çaba olarak sürekli varlığını koruyorsa da sonuca ulaşamıyor. Şairin, “Koştum ama yetişemedim” dizesi de bu umarsız çabanın anlatımı… Dizeler imgelerle derinleşiyor. Rüzgâr, geçmişin ötesinde Anadolu’nun değişen çehresini de içinde barındırıyor. Külebi, öteden beri Anadolu’yu anlatan şairler arasındadır. Köyleri, kasabaları, dağları, ovaları dizelerine aktarırken duygusallaştırmıyor asla. Böylelikle Anadolu, onun dizelerinde doğal bir akışla varlığını sürdürüyor. Fakat modernleşme, sanayileşme, köyden kente göç gibi değişimler bu akışın ritmini değiştiriyor sürekli. Anadolu insanı, bu değişimin hızına ayak uyduramıyor ve sonuçta gelenekler kayboluyor, eski ile yeni arasında derin bir mesafe oluşuyor. Külebi’nin dizesinde yetişemeyen özne, belki de dönüşüm karşısında kaybolanlar… İşte bu nedenle Cahit Külebi’nin dizeleri yıllar sonra bile insanın yüreğine dokunuyor. Çünkü herkes, bir noktada, bir rüzgârın ardından koşup ona yetişemediğini hissediyor.

 

“Bir gül baygın durur bahçede

Yaprakları serin.

Sen sarı güllerin en sarısı

Yağmur gibisin.”

 

Cahit Külebi’nin dizeleri, insanın iç dünyasında iz bırakan bir doğa tasviriyle başlıyor. “Bir gül baygın durur bahçede.” Zamanın ağırlığını taşıyan bir görüntü bu. Bir solgunluk, bir bekleyiş, sessizce kabullenilmiş yorgunluk… Gül, bahçenin serinliğine karşın içine kapanmış bir biçimde duruyor. Çiçeklerin en narini, en dirençsizi, zamana ve doğaya karşı koyamıyor. O baygın duruş, çiçeğin değil, insana sinmiş bir duygunun da yansıması… Ancak dizeler ilerledikçe hava değişiyor. “Sen sarı güllerin en sarısı / Yağmur gibisin.” Şiir, bekleyişten devinime geçiyor. Sarı gül, hüzünlü bir anlam taşıyor burada. Ayrılığın ve solgun anıların imgesi belki de… ama içinde sıcaklık barındırıyor yine de. Yağmur benzetmesi, bütün bu atmosferi dönüştürüyor yine. Yağmur, ıslatan bir doğa olayı olmanın ötesinde, toprağı besleyen, tozu silkeleyen, durağanlığı bozan bir devinim... İnsan ruhu solgun, yorgun, baygın bir gülken, başka bir gün yağmur gibi canlandırıcı olabiliyor. Külebi’nin doğayla insanı aynı ritme oturtan anlayışı burada açıkça hissediliyor. Doğa, dışarıda bir yerde duran sahne değil, insan onun içinde evrilip değişiyor, bazen baygın çiçeğe, bazen de serinleten yağmura... Bu dizelerde bireysel bir duygu kadar toplumsal yorgunluk da hissediliyor. 20. yüzyılın ilk yarısında Anadolu, büyük değişimlerden geçiyor. Savaşlar, modernleşme çabaları, kırla kent arasındaki gerilim… Bütün bunlar edebiyatın damarlarında dolaşıyor. Külebi, doğanın diliyle insanın derin iç çekişlerini birleştiriyor. Baygın gül, eski dünyayı, solmakta olan değerleri simgeliyor da olabilir. Yağmur, bu değerleri tazelemeye gelen yeni bir soluğun ya da umudun göstergesi…

 

“Benim doğduğum köyleri

Akşamları eşkıyalar basardı.

Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem

Konuş biraz!”

 

            Cahit Külebi’nin özellikle bu dizeleri, bireysel duyguların toplumsal ve tarihsel olaylarla nasıl iç içe geçtiğini canlı bir biçimde ortaya koyuyor. Onun şiirinde doğa, çocukluk anıları, halkın acıları ve insanın iç dünyasındaki dalgalanmalar hep başat durumda... Yalnızlık ve korku, Külebi’nin bu dizelerinde birbirini besleyen iki duygu olarak beliriyor. Öyle ya, bu duygular onun anısı olmaktan çıkıp Anadolu’nun toplumsal belleğinde yer eden bir gerçeğe dönüşüyor. Feodal düzenin hâkim olduğu, devletin güvenliği tam anlamıyla sağlayamadığı o yıllarda halk, eşkıya baskınlarıyla yüz yüze geliyor. Külebi, onları yalnızca birer eşkıya olarak görmüyor, adaletin yerini zorbalığın aldığı çarpık bir düzenin imgesine de dönüştürüyor ayrıca. Yalnızlıktan kaçışı, çocukluğunun korkularıyla birleşiyor. Yalnızlık, bir fiziksel kopuş olmaktan çıkıp insanın geçmişin izleriyle baş başa kaldığı duruma evriliyor. Külebi, sessizliğin içine çekildiğinde geçmişin soğuk gölgeleriyle yüzleştiğini hissediyor çünkü. Bu yüzden konuşmaya ihtiyaç duyuyor. Konuşmak, anıları yeni anlamlarla çevrelemenin bir yolu oluyor belli ki. Onun için şiir, sessizliği bozan, geçmişin karanlığını dağıtan bir sığınak işlevinde… Çünkü Külebi’nin dizelerindeki kaçış, geçmişle hesaplaşmaktan kaçınma isteğiyle birleşiyor gibi görünse de aksine çözüm arayışına dönüşüyor. Konuşarak sessizliğin karanlığını dağıtmak, bireyin geçmişe karşı koyma çabası... Şiir de bu mücadelenin önemli parçası olmaya devam ediyor.

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.